Gözlerini kapattı, derin bir nefes aldı. Adımlarının ağırlığından ve duraksamalardan belliydi ki uzun bir yol almıştı. Yavaşlayıp vadiden aşağıyı izlemeye koyuldu. Yere çömeldi, elindeki küçük çubukla önündeki kuru toprağı ileri geri eşeledi. Bir şey hatırlamış gibi başını kaldırdı, elindeki çubuğu sanki az önce önündeki toprakta oyaladığı düşüncelerin ağırlığıyla birlikte yana doğru fırlattı. Ve önündeki alabildiğine açık derinliği, vadiyi seyretmeye koyuldu tekrar. Kavak ağacının ne çok yaprağı vardı. İnce uzun gövdesi, tazecik parlak yeşil yaprakları… Gövdesi gibi uzun gölgesi. Ses duymuş gibi yerinden hızlıca kalktı, arkasına baktı birini bekliyormuş gibi, yeniden durduğu yerde çömeldi.
– Yoruldun mu kızım?
İki eliye pantolonun arkasındaki toprağı silkeledi, sese doğru döndü.
– Yoruldum dede, hava da güzel. Biraz daha durayım, girerim eve.
– Mektup geldi. Çardaktaki masanın üzerinde, bakarsın. Mustafa amcana gidiyorum. Fatma teyzen elma getirmiş, seversin sen.
Şaşırmış bir ifadeyle doğruldu yerinden eve doğru seğirtti adımlarını. Hızlıca merdivenlerden çıktı. Eliyle çardağın tahta kapısını itti. Senelerdir okuldan gelen yazılar dışında zarf almamıştı. Hem kim biliyordu ki buranın adresini.
Hale K. Bu isim tanıdık geliyordu. Gözlerinde soru işareti, dudaklarını büktü. Düşündü birkaç saniye fakat hatırlayamadı. Tekrar zarfa eğdi başını. Yavaşça açtı.
“Biliyorum çok zaman oldu. Belki de gelmeyeceksin. Ama o senin baban kızım, sen geldiğinde belki de gitmiş olacak. Lütfen gel. Ne olursa olsun o gitmeden yanında ol. Hale teyzen”
Kapıdan girerken dipdiri olan bedeni bir çuval gibi sönümlendi. Çardağın camsız açıklığından gelen küçük esintiyle, gevşeyen elinin tutmakta zorlandığı kağıt toprak ocağa doğru savruldu. Bakışları bir düşünceye kilitlenmiş gibi donuklaşmıştı. Yerinden doğruldu, kibritten bir çöp çıkartarak yaktı. Ocağın hemen yanında duran kâğıda uzandı. Tereddüt etmeden elinde sönmek üzerek olan ateşle tutuşturdu… Kâğıdın son beyaz yeri de kararmaya başlayınca gözlerinden yaşlar süzülmeye başladı. Eliyle yüzünü kapattı.
***
Bugün günlerden neydi. İşten ayrıldığından beri günleri karıştırıyordu. Belki de bir süre böyle yaşamalıydı. Günlerin hesabını yapmadan. Sadece gece ve gündüz ayırdıyla. Saate bile bakmadan. Ne güzel olurdu. Apartmana girdi, posta kutusundan taşan kağıtları görünce o tarafa yöneldi. Bir tomar fatura diye geçirdi içinden. Hızlıca alarak merdivenlere yöneldi. Hem gelen kağıtları kontrol ediyordu hem de küçük bir çocuğun adımlarıyla duraksaya duraksaya yukarıya çıkıyordu. Merdivenin geniş boşluğuna geldiğinde durdu. Beyaz bir zarfa takılı kaldı gözleri. Hale K… Gözleri boşlukta, dudaklarını bükerek öylece kaldı bir süre. Hızlanarak çıktı, dairenin kapısından içeri girer girmez çantasını kolundan süzülür gibi öylece yere bıraktı. Beyaz zarfı özenle açtı.
“Çok zaman oldu biliyorum. Babanız hasta ve sizi göremediği için çok üzülüyor. Gelin yavrum, vazifeden sayın ve gelin. Lütfen… Hale teyzen”
Salonun kapısını zorlukla itti. Yine aynı ağırlıkla kanepeye uzandı. Pencereden dışarıya, gökyüzüne doğru daldı düşünceye. Bir süre sonra uyuyakaldı.
***
Hastanenin bahçesinde koyunlar bile vardı. Kocaman hastane yine kocaman bir kentte üstelik. Ve bahçesinde koyunlar, türlü çiçekler ve insana nefesini fark ettiren çınar ağaçarı. Ermeniler iyi insanlar olmalı. İnsana değer veriyor olmalıydılar. Hastane de çok güzeldi, incelikle yapılmış yan yana iki katlı evler gibi. Burası sahiden iyi gelecekti ona doktorun da dediği gibi. Yatağına uzandı, banyonun açık duran kapısından görünen desenli karolara takıldı gözleri. Bulutlar ve hemen altında birkaç tane martı. Ne güzel çizmişlerdi. Kağıtları ve boylarını getirecekti Mehmet bugün. Heyecanlanarak doğruldu yatağından.
Odanın kapısı çalındı. Daha “girin” demeden elinde küçük bir kutuyla hemşire içeriye daldı.
-Tansiyonunuzu ölçeceğim, bir de ilacınız var.
-İlaç?
-Sakinleştirici yapacağım. Doktorunuzun verdiği ilaç.
İlaç… Hayatının suyu gibi. Onlarsız geçirdiği zamanlar o kadar azdı ki.
Hemşirenin işi bitip odadan çıktığında az önce duyduğu heyecan yüzünden silindi. Yatağa bağımlı bir hasta gibiydi şimdi. Başını pencereye çevirdi mutsuz yüz ifadesiyle, artık bahçede onu etkileyen ne varsa hiçbirini göremiyordu. Sadece boşluğa verdiği düşünceleri… İlacın da etkisiyle öylece uykuya daldı.
Gözlerini açtığında bir çift sevecen gözle karşılaştı. Yüzündeki yorgun mutsuzluğu silerek heyecanla doğruldu yataktan. Gelmişti işte. Sessizlikle uzun uzun birbirlerini süzdüler. İkisinin de yüzünde aynı dingin gülümseme vardı. Hani karşıdan bakıyor olsanız ayrı iki suret gibi bile algılamazdınız.
-Getirdin mi malzemelerimi?
-Getirdim tabii. Hem de istediğinden de fazla.
-Bakayım. İstediği kitaplar. Sulu boya kağıtları, eskiz defteri, kuru boyaları ve diğer boyalar. Masasının üzerine yerleştirdi hepsini özenle. Tekrar yatağının üzerine oturdu.
– Doktorla konuştun mu, ne zaman çıkabilirmişim söyledi mi? Aslında daha ilk ilacı aldığımda iyileştim sanki.
– Konuştum konuştum. Birkaç gün dedi sadece. Birkaç gün içinde toparlanıp çıkabilirmişsin. Hem zaten dinlenmen için hastaneye yatmanı istemiş, yaşadıklarından
uzaklaşman için. İyi gelmedi mi?
-Yoo, aksine iyiyim. Hem bak bahçede koyunlar bile var. Saatlerce kalabilirim onlarla. Tıpkı çocukluğumdaki gibi. Son cümlesini bitirdiğinde hüzünlendi, bakışlarını ayak başparmaklarına kaydırdı.
-Sadece bunlar değil, bak bir de mektubun var.
Genç kadına sık sık uğrayan hüzünlü anları dağıtmak için cebinde sürprizlerle bekleyen biri gibi neşeyle çıkardı
zarfı cebinden.
…
Kavak ağacı
: